Devlet Planlama Teşkilatı, asıl işlerini bırakıp ideoloji bezirganlığına soyunan rektörlere adeta "üniversite dersi" verdi. DPT'nin hazırladığı "Yükseköğretim Özel İhtisas Komisyonu Raporu"nda üniversite aktörlerinin nasıl başarısız oldukları çarpıcı rakam ve tespitlerle ortaya konuyor.
Devlet Planlama Teşkilatı’nın 2007-2013 aralığındaki yüksek öğretime giden yolda sorunlar ve çözüm önerilerini sıralayan, hazırlanması iki yıl süren 155 sayfalık “Yükseköğretim özel İhtisas Komisyonu Raporu”, üniversitelerin ideolojik takıntılarla uğraşmaktan asıl işlerini yapmadıklarını gözler önüne seriyor. Raporu hazırlayan 21 müelliften 15’inin halen üniversitelerde görev yapan profesörler olması ise metnin önemini daha da artırıyor.
“BİLEN” DEĞİL “YAPAN” öĞRENCİ HEDEFLENMELİ
İlk olarak genç nüfus - eğitim ilişkisinin ele alındığı raporda, 2006 itibarıyla 20-24 yaş aralığındaki nüfusun sadece yüzde 14’ünün eğitim sisteminin içinde olduğu, geriye kalan yüzde 40,1’inin iş sahibi, yüzde 45,4’ünün ise işsiz olduğu belirtiliyor. Bu oranlar, OECD ülkelerinde ise sırasıyla yüzde 38,1, 45,2 ve 16,7 olarak seyrediyor. Bu rakamların, üniversite-istihdam ilişkisinin olumsuz seyrettiğini ortaya koyduğu belirtilen raporda, üniversitelerin; “Neyi biliyor?” değil, “Neyi yapabiliyor?” sorusunu olumlu cevaplandıracak mezunlar verme politikasını benimsemesi gerektiği vurgulanıyor. İşgücünün eğitim düzeyinin düşük olduğu da anlatılan raporda, “İşgücünün yüzde 70,7’si okuma-yazma bilmeyenler ile lise altı eğitim almış kişilerden oluşmaktadır. İşgücü piyasamızın sadece yüzde 9,7’si üniversite mezunlarından oluşmaktadır” deniliyor.
İKİ TIP ÖĞRENCİSİNE BİR HOCA!
Plansızlık ve koordinasyon eksikliğinin üniversitelerin karakteristik bir özelliği olduğu, raporun muhtelif yerlerinde ortaya çıkıyor. Mesela; tıp fakültelerinde 1,8 öğrenciye bir öğretim elemanı düşmekte iken; iktisat ve işletme gibi fakültelerde bu öğrenci sayısı büyük rakamlara ulaşıyor, hatta iktisat fakülteleri için söz konusu rakam Açıköğretim Fakültesini de geçiyor. Raporda, hesap kitap bilmezlikle ilgili şu rakamlar veriliyor:
“Okulöncesi öğretmenliği alanlarında bir öğretim üyesine 477, beden eğitimi ve spor öğretmenliği alanında 149, yabancı dil öğretmenliği alanında 106 öğrenci düşerken, inşaat mühendisliğinde 38, malzeme-metalurji mühendisliği alanında 24 öğrenci düşmektedir. Yapılacak planlamada gereksinim duyulan alanları belirlemek gerektiği açıkça gözlenmektedir. Buna karşılık bazı ülkelerdeki tüm öğretim elemanlarının tüm öğrencilere göre oranı 26,1’dir. Japonya’da 10, İsviçre’de 12, ABD ve İngiltere’de 14, Yunanistan’da 16, İspanya’da 17, İrlanda’da 19, Portekiz’de 20, Fransa’da 25 öğrenci düşmektedir.
ULUSLARARASI ARENADA YOKUZ
DPT raporunda, En son veriler olan 2006 rakamlarına göre, dünya genelindeki yayınlar bakımından Türk üniversitelerinin “dökülen” hali de yer alıyor: “Science Citation Index (SCI)’de kayıtlı olan toplam 1.110.124 yayın içindeki yayınları gerçekleştiren ülkelere göre yapılan sıralamada 327,671 bilimsel yayın ile ABD ilk sırayı almaktadır. ABD’yi 88,911 yayın ile İngiltere ve 83,036 yayın ile Japonya takip etmektedir. Social Science Citation Index (SSCI) verilerine göre de indeksteki kayıtlı toplam 137,889 yayın için değerlendirildiğinde; ABD 69,078 yayın ile ilk sırada yerini korurken, 18,100 yayın ile İngiltere ikinci, 7,456 yayın ile Kanada üçüncü sırada yer almaktadır. ülkemiz 191 ülke arasında 355 yayın ile 30’ucu sırada yer almıştır.”üniversitelerin, uluslararası arenada atıf yapılan makale sayıları ile ilgili verilere göre de, Hacettepe 1157, İstanbul 1054, Atatürk 626, İTü 620 ve Ege 581’le Türkiye’nin ilk beşini oluştururken; İstanbul Ticaret 2, Mimar Sinan 2, Ufuk 1, İzmir Ekonomi 0 ve Yaşar da 0 makale ile sondan beşinciliği paylaşıyorlar. Milyon kişi başına düşen makale sayısında 2006 makale ile İsviçre birinci olurken, ikinciliği 1610 makale ile İsrail, üçüncülüğü de 1591 makale ile İsveç alıyor. Türkiye ise 180 makale ile 34’üncü sırada bulunuyor. Bulgaristan, Slovakya, Slovenya ve Hırvatistan ise Türkiye’nin üzerinde yer alan 33 ülkeden bazıları…
SIRADAN BİLGİLER İçİN BİLE YURTDIŞINA GİDİLİYOR
Yurtdışına gönderilen öğrenci sayısının istenen düzeyde olmadığı da raporda görülebiliyor. Buna göre; 1990-1994 aralığında 2006 araştırma görevlisi yurt dışına lisansüstü eğitim için gönderilirken; YöK’ün 28 Şubat etkisiyle iyice politize olduğu dönemde ise sadece 416 kişi yurtdışına eğitime gönderilmiş. Bu rakamın 2008 yılında da 2000 civarında olması planlanıyor. Raporda, Sayıştay’ın hazırladığı bir rapora atıfta bulunularak, yurtdışı eğitime ilişkin şu eleştiriler de dile getiriliyor:
“Yurtdışı burs programları yurtiçiyle eşgüdümlü değil. Bu nedenle en temel bilgiler için bile yurtdışına öğrenci gönderilerek kaynak israfı yapılıyor. Eğitim verecek üniversiteler doğru seçilmiyor. Başarısız olarak gelenler ile başarılı olsalar bile göreve dönmeyenler hakkında taahhüt ettikleri ödemeler yaptırılamadığı için kaynaklar heba oluyor."
RAPORDAN DİĞER BAŞILKLAR
Devlet Planlama Teşkilatı’nın 155 sayfalık “Yükseköğretim özel İhtisas Komisyonu Raporu”nda sayfalar dolusu kulak verilmesi gereken tespitler, öneriler var. Bu notlardan bazıları şöyle sıralanıyor:
* özgün ve özerk bilgi üretiminin başarı olarak kabul edildiği ve ödüllendirildiği bir sistem geliştirilmedikçe “ilişki” ve “bağımlılık” motifinde gelişen bir yapılanma kaçınılmaz olarak sisteme hâkim olmaktadır.
* üniversitelerin belirli bir misyonun taşıyıcısı olarak devlet daireleri gibi görülmesi de önemli ölçüde sistem sorunu önceliğini göstermektedir. Bu tür bir “devlet dairesi” yapılanması ister istemez öğretim üyeliğinin de “memurlaşması” gibi asla kabul edilemez bir sorunu karşımıza çıkartmaktadır. Memur zihniyeti, aşırı şekilde bir memur (iş) güvencesinin oluşmasına ve rekabet eksikliğinin doğmasına yol açmaktadır.
* Araştırma yapma ve yenilikçi olma kültürü eksikliği veya olmayışı sözkonusudur.
* özerklik ile hesap verebilirlik ilkelerinin aynı anda gerçekleştirilmesi gerekmektedir. üniversiteler üzerlerine düşen hesap verme sorumluluğunu yerine getirirken aslında ‘toplum’a hesap verdiklerinin bilincinde olmalıdırlar. Dıştan müdahalelere duyarlı davranan yükseköğretim kurumları; bu türden müdahalelerin, sadece siyaset ve siyaset kurumlarından değil, diğer kurumlardan da gelebildiğini bilmesi gerekmektedir.
* Genel ülke siyasetinin oluşturulması ve yürütülmesi işinden sorumlu olan hükümetlerin, yükseköğretim politikası oluşturması ve bunu yürütmesi bir müdahale olarak algılanmamalıdır.
* Doğal olarak kamusal kaynakları kullanan ve topluma karşı sorumluluk taşıyan üniversiteler, ‘objektif’ bir hesap verme sorumluluğunu peşin olarak kabul etmektedir. Bu sorumluluğun gereği gibi yerine getirilip getirilmediği ise yükseköğretim kurumunun her türlü akademik, malî ve idarî karar ve faaliyetlerinin tümünü olabildiğince ‘şeffaf’ ve ‘karşılaştırılabilir’ bir şekilde ortaya koyup koyamadığı ile ilgili olacaktır. Yani üniversiteler yeteri kadar açık ve şeffaf bir şekilde ve emsalleri ile karşılaştırılabilir ölçütler çerçevesinde her türlü faaliyetini kamuoyuna ve paydaşlara arz edeceklerdir. Bu bağlamda söz konusu faaliyetlerin ulusal ve uluslararası düzeyde kalite kontrol güvence sistemleri ile de ölçümlenebilmesi ve ölçüm sonuçları ile desteklenmesi gerekecektir.
* Genel olarak iş dünyası / toplum ile üniversiteler arasındaki sosyal diyalogun eksik olduğu açıktır. Toplumun her kesimi, yükseköğretim alanında bir değişimin kaçınılmaz olduğunu artık kabul etmektedir. Ancak “diyalogsuzluk” sorunun çözümlenmesinin önündeki en büyük engel olarak durmaktadır.
* öğrenci aileleri, çocuklarının üniversiteye girebilmesi için dershanelere ve hatta hukuksal bir karşılığı olmayan etüt merkezleri vesaire gibi dershane benzeri yapılanmalara çok büyük miktarlarda harcamalar yapmaktadırlar. Bu büyük rakamların yükseköğretime giriş kapısında harcanması yerine yükseköğretim kurumlarına kanalize edilmesine imkân tanınmamaktadır.
* Yükseköğretimde okuyan öğrenciler hayat şartları gözetilerek mali açıdan yeteri kadar desteklenmemektedir. Malî imkânları yetersiz olan öğrenciler bir anlamda yükseköğretim yapma hakkından mahrum edilmektedirler.
* Vakıf yükseköğretim kurumlarının vakıfların “kar amacı gütmeyen kuruluşlar” olması genel ilke ve amacına uymadığı görülmektedir.
Evet görüldüğü üzere sözde dekanlarımız ve profosörlerimiz Laiklik elden gidiyor rejim tehlikede safsatalarını çok iyi yapıyorlar ama asli işlerini böyle sallıyorlar. Neden besliyoruz bunları neden hala sabrediyoruz anlayamıyorum. İşinize dönün işinize sevgili AYDIN-SIZ-LAR...
Hiç yorum yok: